HOŞGELDİNİZ

Uzun bir yolculuktur edebiyat... Başladığı ve bittiği yer arasında bir ömürdür kat edilen. Soluklanırsınız satır aralarında, bazen başlarsınız yeniden, bazen bitirirsiniz. Benim bu yolculukta ki düşüm yürekler biriktirmekti. Hoşgeldiniz!.

Talân Ayşe Kanca

15 Ağustos 2010 Pazar

Geleceğe Mektup



Parmaklarım kaskatı olmuş. Her bir kemiğimin sesini duyabiliyorum. Bu yaşlandığımı mı gösteriyor, yoksa acıdan tükendiğimi mi? Kalbim inatla bütün bunlar bir hayal demek istiyor, hayat bastırıyor kalbimin sesini, “hepsi gerçek.” diye fısıldıyor kulağıma.

Aynanın karşısına geçip delikanlılığıma bakıyorum. Aynalarda saklı hayaletler geçiyor birer birer. Kimisi göz kırpıyor, kimisi dilini çıkarmış sırıtıyor arsızca. Yine de o aynadan alamıyorum gözlerimi... Annemi arıyorum bazen, bazen eski bir okul arkadaşımı, babamı mesela.. Kardeşim Suat'ı arıyorum, pek çokları gelip geçmiş aynalardan.

Kızım bile yok artık, “baba amma da abarttın.” deyişi kulaklarımda. Para istemek için yanımda dururken sırtımı sıvazlayışı hatırımda, benim aslan babam deyişi... Okula gidişi, makyaj yaptığı için annesiyle didişmesi kulaklarımda. Bana sığınıp, baba annem olacak cadıdan kurtar beni deyişi, sonra kahkahalarla gülüşü...

Aynalara tutkundu... Uzun siyah saçlarını tararken: Baba derdi, anneme söyleme ama, ben birini seviyorum. Öylece bakardım yüzüne. Kızım derdim, bunu bana değil annene anlat, aaa rollerimizi karıştırdın herhalde..

-Ama baba derdi, ona söylesem şimdi dünyanın sonu gelmişcesine kırk saat nutuk dinle. Sen öyle değilsin ki...

-Peki derdim Yasemin'e, anlat bakalım neyin nesiymiş bu hergele...

-Ama babaa, öyle deme. Gerçi daha bir hafta oldu çıkmaya başlayalı, ama galiba onu seviyorum..

-Hoppala... İyi yakında evlenin de bitsin bu iş.

-Nasıl yani? Baba daha okul var, ne bu acelen..

ikimizde kahkahaları patlatırdık muzurluklarımıza. Gelir belime sarılırdı, babacım iyi ki sen varsın dercesine... Git annene de sarıl derdim, o olmasa ben mi doğuracaktım seni? Yine aynı mutlulukla gider annesine de sarılırdı. O her şeyden habersiz, “kız, ne o seviş ayın mı geldi yine? “derdi Yasemin'e. Bilmezdi çevirdiğimiz dolapları.

Aynalar, işte o anlarda acı veriyor bana. Hani hayaletleriyle bana gülümsediğin de, bir gün için o anlara dönmeyi dilediğimi biliyorlar, ama iştahla benimde diğerlerine katılmamı bekliyorlar sanki. Onca yitip gidenin ardından yas tutmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Yüreğim nasır tuttu adeta, ellerimde buruşturup durduğun resimler artık bakılmayacak halde. Bir koltukta uyuklamak, arada biraz şu içmek, birkaç lokma yemek yemek dışında yaşamak çok ağır artık ama katlandıklarım bundan ibaret olmadı hiç.

Kızımı bir uçak kazasında kaybettim. O hiç bitmesin diye dilediğim son birkaç dakikamız, geri kalan ömrümün her günü ve gecesi oldu. Sürekli hafızamda bir ileri bir geri sarıldı. Bir film şeridi gibi geçip durdu gözlerimden.

-Babacım ağlama, birkaç ay sonra geri geleceğim nasılsa. Anneme iyi bak, o kadar okudum gurbette, sesin çıkmadı da, şimdi niye bu korku? Ha Ankara, ha Amerika... Sen böyle yaparsan ben nasıl huzurla çıkarım yola? Senin kızın olmak kolay değildi. Kendimi kendime emanet etmeyi öğrendim. Hadi ağlama artık...

Bu onun son sözleriydi. Belki yaşadığının son kanıtıydı, kulaklarımın duymayı istediği son şeydi. İşte ölmekle yaşamak arasındaki o kısa çizgi böyle bir şeydi. Canıma kıymayı beceremedim. Hep Yasemin'i düşledim, bana ne kadar kızacağını... Tanrıyla hesaplaştığımızda bile, ona hesap verememek değildi korkum, kızıma öğrettiklerimden sonra, böyle çekip gitmeyi yakıştıramamıştım kendime.

Uçak düştüğünde, tek bir kurtulan olduğunu söylediler. Saatlerce adını öğrenmek için çabaladım ama herkes sözleşmişcesine dudaklarını mühürlemişti sanki. Çok dua ettim, bilemezdim bütün o duaların boşuna olduğunu. Zaten hayatımda ettiğim son dualardı onlar. Bir daha kimse beni tanrıyı konuşurken görmedi. Evet ona inandım ama hepsi bu. Küskün çocuklar gibi, hep dedim ki ona içimden; “neden Yasemin, neden ben değil? Neden bir başkası ya da... Ama cevap verenim hiç olmadı. Olduysa da ben o cevapları hiç duyamadım. Belkide sağırlığımdan, dünyaya kendimi kapattığımdan...

Odası hep o günkü gibi durdu. Uzun zaman mezarına da gidemedim. Ne acı ki, mezarında yatan hiçbir şey yok. Ruhu belki hep gülümsedi bana, ama yitip gitmedi burnumdan o çiçek kokusu. Elimize verdikleri kül ve yanmış kemik parçalarından başkası değildi ama onu toprağa verdiğimizde, ne kadar çok seveni olduğunu gördüm. Ne kadar çok şey biriktirdiğini, onu sevmekle ne kadar iyi bir şey yaptığımızı... Annesinin gözlerini hiç unutmadım. Orada dururken, bana nefretle bakıyordu. Belki onunla daha çok vakit geçirdiğimiz için kızgındı bana, belki uğurlamaya gelemediği ve son kez ona sarılamadığı için... Belki, onunla yeterince zaman geçiremediği için... Ama bir suçluya ihtiyacı vardı; içindeki yangını hafifletmek için, yaşamaya devam etmek için, kendini affetmek için... Ben gözlerimi onun gözlerinden çektiğimde zaten hayatımdan çıkıp gittiğini biliyordum. Karımla kısa bir süre sonra ayrıldık. Nedenini hiç sormadım. Ben kadere hep inandım. Gitmek istediğinde bir yürek onu bağlasan da gidecektir, kalmak isteyen bütün dünyaya rağmen kalacaktır zaten.

Artık yaşamak için bir sebep aramadım. Yaşamak için; ölmeyi beklemek diyordum, sıramı beklemek... Evimi kapattım başka bir şehre taşındım. Orada hayatıma yeniden başladım. Bu bir şeylere başlamak değildi aslında, bir şeyler bitmeden önce kısa bir molaydı belki, belki kendimden sıyrılmaktı, belki kaçmaktı..

Hiçbir arkadaşımla görüşmedim bir daha. Israrlı sorulardan, nasılsınlardan, kaçamak bakışlardan yorulmuştum. Biraz acı çekmek ve acılarımı sevmekti istediğim. Yasemin'i sevmekti... Acılarım biterse onu sonsuza dek kaybedecektim. Buna izin vermedim hiç. Bir daha evlenmedim de... Elbette yaşadığım ilişkiler oldu, günü birlik, bazen birkaç saatlik, ama sonrası üzerimden sıyırıp attığım bir yüktü. Bedenimi hafifletip, ruhuma yer açıyordum. Ruhum içeri de, o küçücük yerde sıkışıp kalmıştı bir kez.

Sonra bir gün, hani yaşam tamda ağır aksak ilerlediği bir anda, bana belki son bir oyun oynadı. Tüm umudum, inancım, tutkum sönmüşken, çalışmaktan başka bir şey beni avutmuyorken, eskilerin anmamak için bütün geçmişimi silmişken, sildiklerimden dolayı hiç silinmemişken, belki yalnızlıktan ödüm koptuğu halde, yalnızlığımı sevmişken...

İşte bütün bu boşluğun tam da içindeyken oyun oynadı hayat bana. Bir akşam üzeri, yine aynı saatte arabamı garaja park edip sırtım çok ağrıdığından asansörle çıktım kendi katıma. Anahtarlarımı bir türlü bulamadım sonra. Ceplerimi karıştırırken küçük kağıtlar, sonra bir sakız, biraz bozuk parayla rastlaştım, hep aynı şeyler diye düşündüm. Kendime kızdım ama yüksek sesle düşünmeden de edemedim

-Hay kahrolası şey, bu kaçıncı kez yaşanıyor, kaçıncı kez şu anahtarı bulamadığın için bekledin şu kapıda...

Ben kendimle yüksek sesle dalaşırken, asansörün kapısı açıldı ve kapıcımız Musa belirdi biraz şaşkın bir halde kiminle konuştuğuma bakındı önce. Sonra kendi kendime konuştuğumu anlamış olacak ki; belli etmemek için gözlerini yere indirdi ve

-Efe bey, her zamanki gibi siz yokken mektuplarınızı ben aldım. Postacıda huyunuzu bildiğinden posta kutusuna atmıyor artık dedi ve üç ayrı zarf uzattı.

-Teşekkür ederim Musa, sana da zahmet oluyor ama bilirsin ben kapımın anahtarını bulmakta zorlanırken birde posta kutusu için çilingir aramak zorunda kalmayalım dediğim de, Musa bıyık altından gülüyordu.

-Bilmem mi Efe bey, bana zahmet falan olduğu yok. Siz takılmayın bunlara, işimiz ne... Keşke herkes sizin gibi güzelce rica etse.

-Hadi o zaman sen bak işine, bende artık eve girip bir şeyler yiyeyim öğlenden beri tek lokma girmedi mideme deyip Musa'yla olan ayak üstü sohbetimize ara verdim. Bir yandan da geldiğimden beri bulamadığım lanet anahtarları arıyordum. O sırada elimdeki mektuplar yere düştü. Tam eğilirken anahtarların nerede olduğunu anımsadım tabi, iş yerinde masamın üzerinde duruyorlardı. Bir elim yerde, aklım anahtarlarda mektupları almak için uzandığımda ellerim titremeye başladı, gözlerim karardı ve olduğum yere çöktüm. Musa yetişmiş ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Önce ellerimdekileri almaya çalıştı, bense o beyaz zarfa öylesine yapışmıştım ki, değil Musa, yedi yüz kişi gelse söküp alamazdı onu, onlar bilmiyorlardı derken kendimi kaybettiğimi anımsıyorum


O günün üzerinden tam üç yıl geçti. Artık daha mutluyum. Uzun bir aradan sonra yaşadığım, doğduğum o şehre geri döndüm. Bu temelli bir dönüştü. Ev oldukça eskimişti, bir sürü tadilatın ardından artık bahçesinde dostlarımla bir akşam yemeği yiyebileceğim kadar güzel bir yer olduğunu söyleyebilirim. Zaten birazdan gelmeye başlarlar. Aslında içten içe garip bir huzur duyuyorum. Tam atmış yaşında, hayatının uzun yıllarını karanlıkta geçirmiş biri olarak bu huzur bana yabancı bir duygu, yine de onu bağrıma basmaya hazırım. Tıpkı, dostlarımın beni bağırlarına bastığı gibi. Tıpkı, eski eşimin beni affettiği gibi, tıpkı, kendimi sevmeye hazır olduğum gibi...

Şu an ikinci katta kızım Yasemi'nin eski odasındayım. Eski odası çünkü ben yeniden evlendim. Eşimle tanışalı üç  yıl oluyor, o hep aradığım insanmış gibi geliyor bana, çok geç bulduğum ama ölürken bile gözlerinde boğulmayı dileyeceğim biri. O sevmeyi yeniden öğretti bana, unuttuklarımı hatırlattı, bütün ezberlerimi tek tek bozdu, işin en güzel yanıysa, yeniden baba oldum. Bir kızımız var, adını hiç düşünmedik, adı doğmadan çok önce yazılmıştı kalplerimize, adı Yasemin. Odasının duvarında çerçeve içinde bir mektup var, onu ablası yazdı, hemde ölmeden bir gün önce, tam tamına 15 yıl önce..

O kapıda yere yığıldığımda elimden bir türlü çekip alamadıkları mektuptu o. Geleceğe postalanmıştı, kızımın kokusu sinmişti satırlarına. Yasemin bana bir kez daha ne kadar güçlü, ne kadar geleceği görebilen bir kız olduğunu kanıtlamıştı. Belki, tanrı ona gideceğini haber vermişti bir şekilde. Ya da tanrı bana yaşamak için bir sebep sunmuştu. Kızımın aslında ölmesinin imkansız olduğunu anlatmak istemişti, bir gün onunla tekrar karşılaşacağımızı, kader denilen şeyin gerçekten var olduğunu...

Yasemin hiç sevmediği halde, uçağa binmeden birkaç saat önce bir mektup yazıp postaya vermişti. Tam on beş yıl sonra alıcısına teslim edilmek üzere hem de. O incecik yazıyı zarfın üzerinde gördüğüm gün, gözlerim bana oyun oynuyor sanmıştım. Öyle bir oyundu ki, kalbim buna dayanmak istememişti birkaç dakikalığına. Kalp masajı yapılmamış olsaydı şu an hayatta olmayacaktım ve o mektup tıptı benim ölümüm gibi anlamsız bir kağıt parçası olarak kalacaktı sonsuza dek.

Kapıdan başını uzatan kızım, baba derken boğazıma takılan yumru ilk kez mutluluktan. Şimdi eskileri anımsama ama yenilere “merhaba” deme vakti. Şimdi Yasemin'i büyürken yeniden seyretme vakti. Gözlerimdeki fer henüz dünyayı görmeye yeterken, ona yetişmek ve kaldığım yerden devam etme vakti. Vakit dostlarıma hoş geldin deme vakti.

YAZAN: Talan Ayşe Kanca

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Hayatın En Güzel Yerinde

Öfkeleri,yalnızlıkları,elimde kalanları

Öfkeleri, sancıları, elimizde kalanları...

Yine kan dolu gecelerde sabahladık seninle,
Yine öfkeleri doldurup içtik usul,
Yine kandırdık kendimizi ‘seviyoruz’ diye.

Tomarla çiçek topladık bahçemizden,
tohumları sakladık bir daha kine..
Azalttık içimizde kalanları tek tek.

Yine var olsun istedik yok ettiklerimiz,
Yine büyüsün dedik söktüklerimiz,
Yine kışları baharları özledik

Öfkeleri, sancıları, elimizde kalanları...

Yine bitirdik başlamak düşüncesiyle,
yine daldık uykuya,
hayatın en güzel yerinde! 


Talan Ayşe Kanca
(Şarkısı Çalınmamış Sevdalar kitabımdan...)

6 Ağustos 2010 Cuma

Ceryanda Kalmışsa Ruhun



Bir pencerenin ardından hayatı izlemek... Geniş bir pervaza dayalıyken aklın, sen ait olmadığın bir dünyanın içinde ama dışındasındır. Sözcüklerin sana anlattıklarıyla, senin başkalarına anlattıkların eşdeğer değildir, her kelime beyninde yankılanır âdeta. Duyulması mümkün olmayan frekanslardadır sesin, kendinden cevap beklemek pekte akıl kârı değildir .

Cereyanda kalmıştır ruhun. Günü başlatıp geceyi bitirdiğini hatırlarsın da, arada neler yaptığını bir türlü fark edemezsin. Gelip geçen sokak sakinleri, atılmış çöpler, ziyadesiyle rahatsız yüzler vardır hatırında; bir o yana bir bu yana koşuşturan. Evvel yaşadıkların ‘ağır’, bugün yaşadıkların ‘hafif’, yarın yaşayacakların ‘belirsiz’ gelir, ama her şeye rağmen bakmaya devam edersin pencereden dışarıya. Çocukların şen kahkahaları böler huzursuzluklarını, aceleyle yetişmen gereken bir yer var sanırsın. Gene o bildik yüzler dolaşır aklında, aşina olmak hayata yine ve yeniden sıkar seni.

Sanırsın ki;yaşamak ele avuca sığmaz, küfürbaz, lanet bir şeydir...

Sanırsın ki; unutmak kötüdür, insan yalnızdır, sevgi tutarsızdır...

Sanırsın ki, aşk; yalanların bol baharatlarla sunulmuş halidir.

Oysa ‘hiçbiri değildir’ demek için, hayatta bir kez ‘ölmek’ lazım gelir! O zaman anlarsın ki;pencerede oturmak bile güzeldir, bir karış toprakta yatmaktan! Akıl okumadıkça büyümez, öfke unutmadıkça dinmez... Bir bardak suya hasret olmak ne demekmiş, bir lokma ekmek için neler yapılırmış, yüzünü aynada görebilmek ne büyük saadetmiş...

O zaman anlarsın ki; ki eski kazağınla da mutlu olabilirsin. Bir eksik söylesen hiçbir şey kaybetmezsin, düşünsen, düşündüğün için yargılanmazsın. Saçların dökülmüşse bu dünyanın sonu değildir, ojen bitmişse yenisi alınır, kahvaltıda zeytin yoksa reçel yenilir.. İncir çekirdeğini doldurmayan şeyler, hakikaten kâile alınmamalıdır, anlarsın! Büyük kötülükler büyük yalnızlıkları doğurur, büyük iyiliklerse küçük öfkeleri öldürür.

Bir fincan kahve için neler vermez insan, neler vermez bir düşün! Bir düşün,yarın sabah yoksun! Yarım kalmış işlerin kimsenin umurunda değil,bitmemiş sigara paketin öylece duruyor, ayakkabıların cilalanacak, gömleğin ütülenecek, araba taksitin ödenecek... Bir düşün yarın yoksun!

Kıt kanaat geçinmek, uyuklamak, üşümek yok. Aşk yok, anlamak yok... Planlamaya değer hiçbir şeyin yok, sen yoksun! Komşular kavga etmiyor, buhranlar gelip geçici, miras kavgaları, küslükler, çıkar çatışmaları birer hayal.Yalnızlık çekmiyorsun, dalga geçilmiyorsun, ama yaşamıyorsun da! Ne içkici kocanla uğraşmak zorundasın, ne tembel bulduğun çocuklarınla, kaynanan, kayın pederin birer melek, çünkü sen yoksun!
 
Akşam yemeğine ne yapacağın kimseyi ilgilendirmiyor, hele börtü böcek ne yapmış sen hiç ilgilenmiyorsun. Baş ağrın yok, mide bulantın, kaşıntın... Ne kışın yakacak sorunun var, ne yazın giyecek ...

Düşün yarın yoksun!

Elektrikler çok yanmış, su parası fazla gelmiş, telefon faturan el yakmış hepsi boş ve tüm bunların var olması hâlâ ağır geliyorsa;

Ölüp de dirilmek gibi bir lüksümüz hiç yok!

Talan Ayşe Kanca
Şarkısı Çalınmamış Sevdalar kitabımdan...

1 Ağustos 2010 Pazar

Deryaları Tutsun Aşk



Dinlenelim...
Baş parmağını benimkine değdir,
Gözlerini kapat,
Düşlerinde en önden bir yer ayır...

Konuşacaksak;
kepenklerini indir hükümlerinin.
Acılarını lâl olmuş say,
susmayı öğret kederlerine...

Birden beşe kadar say,
yüzünü yıka,
giyin...
Damağında kalmışsa tadım;
bir tabak daha iste!

Sıkma yüreğini,
gelip geçsin duraklardan sevdiklerin.
Uzat elini tut kime denk gelirse,
al yüreğini ver ruhunu öylece...

Gölgene yetişmek için koş
“Yaşamak nedir?” diye düşünme.
Gaspetmişse hayat umutlarını,
yeniden doğur düşlerini...
Belleğinde “Pirinç tanesi” olsun hüzün,
yüreğinde, deryaları tutsun aşk!


TALAN AYŞE KANCA

Fikrindeki Suçtur Aşk

Aşk,



Aşk,
yolda kalmaktır...
Ürpermektir,
üşümektir,
yanmaktır.
Yanık kokusu gelir bir sabah burnuna,
sen; fırından taze çıkmış simit düşlersin,
beni bulursun.
Aşk;
ummadığın anda karşılaşmaktır!
Sıfırdan başlamak,
bire varmak,
sonra eksilmektir...
Kırık notlarla dolu karnende,
resimden aldığın beştir.
Dudağında rujdur,
fikrindeki suçtur.
Kaçık çorabın,
bitmiş rakın,
zulandaki para...
Deve dikeni,
Çayır otu,
Küstüm çiçeğidir aşk.

Yazan: Talan Ayşe Kanca

03.05.2003