HOŞGELDİNİZ

Uzun bir yolculuktur edebiyat... Başladığı ve bittiği yer arasında bir ömürdür kat edilen. Soluklanırsınız satır aralarında, bazen başlarsınız yeniden, bazen bitirirsiniz. Benim bu yolculukta ki düşüm yürekler biriktirmekti. Hoşgeldiniz!.

Talân Ayşe Kanca

17 Aralık 2010 Cuma






En iyi bildiğim şeyi yapıyorum. Sana yazıyorum.


Koparmadığım bütün çiçeklerin keşkeleriyle yazıyorum sana. Koklayamadığım bütün çiçeklerin kalbimde bıraktıklarıyla... Sana hiç yazılmamış bir yerden yazıyorum.

Orası öyle bir yer ki, gözlerimde bulursun, saçlarımda , ayak parmaklarımda ... Orası öyle bir yer ki, sana seslenmek için burada olmalıyım. Sen duymak için nerede olursan ol... Bitirmek için çıktığım yollardan biri değildin sen ve ben bitmesin diye gözünü baktım onca zaman. Gözlerinde bulmayı istediklerim var sevgili, bulmayı düşlediklerim, düşlemekten korktuklarım...

Sana ait olmayı dilediğim yerden yazıyorum. Burada olmak da, buraya sığmakta kolay değil. Bir yer var birlikte olmak için can attığımız. Birilerine rağmen yaşamayı düşlediğimiz. Dünyayı yok bildiğimiz...

Bir yer var, orası bize ait olacak bir gün. Yüreği deryalar kadar büyük adam, bir gün; orada sadece ikimiz, hiç yaşanmamış bir masalın iki kahramanı, üzerimizdekileri çıkarıp attığımızda, içimdekilerle kalacağız. İçimizdekiler daha önce hiç görülmedi, içimizdekiler öylesine mahcup, öylesine utangaç... Orada çıplaklığımız en giyinik halimiz.


Bir parça umut bırakacağız hep olmak istediğimiz o yere. Sen sıyırıp atacaksın birikmişlerini... Ben bu son deyip sarılacağım daha önce kimseye sarılmamış gibi. Sen sevgili, korkma; seni alıp götürmek değil niyetim. Belki bir parçanı o kadar... Kalanlarınla uzun bir ömür var önünde yaşamak için. Biliyorum böyle yaşamak azaptır diyeceksin. Deme!. Dudaklarına değdirdim bak elimi. Parmak uçlarımı hisset, sana akıp gelen küçük yokluklar var, büyümüş yarınlar, sancılar... Seni kendime sakladım sevgili, öyle başkalarına verecek kadar geniş değil yüreğim. Seni alıp gidecek olanın alnını karışlarım.

Sen sevgili... İnanmıyorsun, inanmayı bilmiyorsun. Sanıyorsun ki; iki yabancıdan ötesi değiliz biz. Sanma, bak elim ellerine tutunmuş, yüreğim bostan korkuluğu değildir, yüreğine vurulmuş.



Sen sevgili...

Bırak yanımızdan geçip gitsin dünya ve sen gel sarıl bana, öyle sıkı sarıl ki , içimde kaldığını hissetsin tenim, seni arayanlar bulamasın bir daha. Desinler ki; bir zamanlar bir adam vardı ve o adam bir kadını sevdi!.







16 Aralık 2010 Perşembe


Ve sen koca çınar, gölgende soluklandı diye babam seni kendimden mi saymalıyım? Annemin ilk sırdaşı sensin diye, sana mı anlatmalıyım saklımdakileri ve sen dimdik durdun diye, bende mi hayata tepeden bakmalıyım? Yeşil gözlerinde sevdamı büyüttüğüm o çocuk gibi, sana mı yazmalıyım dermansız dertlerimi ve geçip giderken kışlar, dönüp dururken bahar başucunda, sırra kadem basan aşkıma şahit seni mi tutmalıyım? Söyle, köklerinde yazılı duran sırrın ne; ki bende tükendiğimde kırk yılın üzerine; her imkansız günün ertesi dal verip umuda yasladığım başımla yeniden kavuşayım yüreğime.

Talan Ayeş Kanca

10 Aralık 2010 Cuma

Sarı Sancılar



Sarı sancılar vurdu bu güzde,
yine dökülmekte umut dallardan,
yine yerle yeksan olmuş gençliğim,
titremeye yüz tutmuşum yeniden.

Yine kevgire dönmüşüm,
yine sevmişim,
yine unutmak düşmüş eteklerime.

Yine sarı sancılar vurdu bu güzde,
çıkarıp atılmış kanayan yerlerim.
Yaralarım sarılmış,
dikiş tutmamış etlerim.

Talan Ayşe Kanca

Göçebe Yüreğimin Oba Çadırı

 
 
Kömür karası gözlerine yazılan ben, nutku tutuk usumdan geçip gelen sen; seni nerelerde saklamıştım bunca zaman? Göçebe yüreğimin oba çadırı, teninden geçmektense ruhuna değmeyi yeğlerim. Tenindekini unuturum, ruhundakini asla!. 
 
 Talan Ayşe Kanca

Yine Dökülmekte Umut Dallardan




Sarı sancılar vurdu bu güzde,
yine dökülmekte umut dallardan,
yine yerle yeksan olmuş gençliğim,
titremeye yüz tutmuşum yeniden.

Yine kevgire dönmüşüm,
yine sevmişim,
yine unutmak düşmüş eteklerime.

Yine sarı sancılar vurdu bu güzde,
çıkarıp atılmış kanayan yerlerim.
Yaralarım sarılmış,
dikiş tutmamış etlerim.. . 

Talan Ayşe Kanca



Kömür karası gözlerine yazılan ben, nutku tutuk usumdan geçip gelen sen; seni nerelerde saklamıştım bunca zaman? Göçebe yüreğimin oba çadırı, teninden geçmektense ruhuna değmeyi yeğlerim. Tenindekini unuturum, ruhundakini asla!.  

Talan Ayşe Kanca

13 Ekim 2010 Çarşamba

Hükmü Kesilmişse Suçumun

 


Velev ki hükmü verilmişse suçumun ve ben bitmişsem o an;
gidişim hükümsüzdür bu kadar acıya rağmen.
Kaderimdir gölgem, bir adım önümdedir;
aklımı başımdan alandır Leylam.


Uçuşur aşk konar bir gül dalına;
daldaki kimdir bilemez gelen.
Kuşlar şakımazmış yalnızlığına;
bir kuş tüyü havalanır ve düşer an.

HÜZÜN ÇİÇEKLERİ

 

Çaldım olmazların kapısını;
olur kılamadım hiç.
Ne buyur edildim içeri
ne def edildim...
Bir küçük özre kapılıp,
kendime yenildim...


Hüzün çiçekleri derdim bahçemde,
bütün tohumları yaktım...
Sen, sırra kadem basan yavuklum,
ne götürdün giderken?


Biraz açlıktın,
biraz hüsran...
Bende dururken sevdan,
kime armağandı aşk!.


9 Ekim 2010 Cumartesi

BEN ŞİİR'İM

                                                     Ben şiir'im;
                                        yazılmış olmak için yazılmadım,
                                                     benim bir adım var
                             ve bir adım ötemde belki ölüm, belki kalım var...
                                                      Ben şiir'im,
                                   aşk'a da yazılırım, acıya da, sana da...
                               Ben şiir'im yazıldığım gibi okunmadım hiç.

                                               Talan Ayşe Kanca

15 Ağustos 2010 Pazar

Geleceğe Mektup



Parmaklarım kaskatı olmuş. Her bir kemiğimin sesini duyabiliyorum. Bu yaşlandığımı mı gösteriyor, yoksa acıdan tükendiğimi mi? Kalbim inatla bütün bunlar bir hayal demek istiyor, hayat bastırıyor kalbimin sesini, “hepsi gerçek.” diye fısıldıyor kulağıma.

Aynanın karşısına geçip delikanlılığıma bakıyorum. Aynalarda saklı hayaletler geçiyor birer birer. Kimisi göz kırpıyor, kimisi dilini çıkarmış sırıtıyor arsızca. Yine de o aynadan alamıyorum gözlerimi... Annemi arıyorum bazen, bazen eski bir okul arkadaşımı, babamı mesela.. Kardeşim Suat'ı arıyorum, pek çokları gelip geçmiş aynalardan.

Kızım bile yok artık, “baba amma da abarttın.” deyişi kulaklarımda. Para istemek için yanımda dururken sırtımı sıvazlayışı hatırımda, benim aslan babam deyişi... Okula gidişi, makyaj yaptığı için annesiyle didişmesi kulaklarımda. Bana sığınıp, baba annem olacak cadıdan kurtar beni deyişi, sonra kahkahalarla gülüşü...

Aynalara tutkundu... Uzun siyah saçlarını tararken: Baba derdi, anneme söyleme ama, ben birini seviyorum. Öylece bakardım yüzüne. Kızım derdim, bunu bana değil annene anlat, aaa rollerimizi karıştırdın herhalde..

-Ama baba derdi, ona söylesem şimdi dünyanın sonu gelmişcesine kırk saat nutuk dinle. Sen öyle değilsin ki...

-Peki derdim Yasemin'e, anlat bakalım neyin nesiymiş bu hergele...

-Ama babaa, öyle deme. Gerçi daha bir hafta oldu çıkmaya başlayalı, ama galiba onu seviyorum..

-Hoppala... İyi yakında evlenin de bitsin bu iş.

-Nasıl yani? Baba daha okul var, ne bu acelen..

ikimizde kahkahaları patlatırdık muzurluklarımıza. Gelir belime sarılırdı, babacım iyi ki sen varsın dercesine... Git annene de sarıl derdim, o olmasa ben mi doğuracaktım seni? Yine aynı mutlulukla gider annesine de sarılırdı. O her şeyden habersiz, “kız, ne o seviş ayın mı geldi yine? “derdi Yasemin'e. Bilmezdi çevirdiğimiz dolapları.

Aynalar, işte o anlarda acı veriyor bana. Hani hayaletleriyle bana gülümsediğin de, bir gün için o anlara dönmeyi dilediğimi biliyorlar, ama iştahla benimde diğerlerine katılmamı bekliyorlar sanki. Onca yitip gidenin ardından yas tutmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Yüreğim nasır tuttu adeta, ellerimde buruşturup durduğun resimler artık bakılmayacak halde. Bir koltukta uyuklamak, arada biraz şu içmek, birkaç lokma yemek yemek dışında yaşamak çok ağır artık ama katlandıklarım bundan ibaret olmadı hiç.

Kızımı bir uçak kazasında kaybettim. O hiç bitmesin diye dilediğim son birkaç dakikamız, geri kalan ömrümün her günü ve gecesi oldu. Sürekli hafızamda bir ileri bir geri sarıldı. Bir film şeridi gibi geçip durdu gözlerimden.

-Babacım ağlama, birkaç ay sonra geri geleceğim nasılsa. Anneme iyi bak, o kadar okudum gurbette, sesin çıkmadı da, şimdi niye bu korku? Ha Ankara, ha Amerika... Sen böyle yaparsan ben nasıl huzurla çıkarım yola? Senin kızın olmak kolay değildi. Kendimi kendime emanet etmeyi öğrendim. Hadi ağlama artık...

Bu onun son sözleriydi. Belki yaşadığının son kanıtıydı, kulaklarımın duymayı istediği son şeydi. İşte ölmekle yaşamak arasındaki o kısa çizgi böyle bir şeydi. Canıma kıymayı beceremedim. Hep Yasemin'i düşledim, bana ne kadar kızacağını... Tanrıyla hesaplaştığımızda bile, ona hesap verememek değildi korkum, kızıma öğrettiklerimden sonra, böyle çekip gitmeyi yakıştıramamıştım kendime.

Uçak düştüğünde, tek bir kurtulan olduğunu söylediler. Saatlerce adını öğrenmek için çabaladım ama herkes sözleşmişcesine dudaklarını mühürlemişti sanki. Çok dua ettim, bilemezdim bütün o duaların boşuna olduğunu. Zaten hayatımda ettiğim son dualardı onlar. Bir daha kimse beni tanrıyı konuşurken görmedi. Evet ona inandım ama hepsi bu. Küskün çocuklar gibi, hep dedim ki ona içimden; “neden Yasemin, neden ben değil? Neden bir başkası ya da... Ama cevap verenim hiç olmadı. Olduysa da ben o cevapları hiç duyamadım. Belkide sağırlığımdan, dünyaya kendimi kapattığımdan...

Odası hep o günkü gibi durdu. Uzun zaman mezarına da gidemedim. Ne acı ki, mezarında yatan hiçbir şey yok. Ruhu belki hep gülümsedi bana, ama yitip gitmedi burnumdan o çiçek kokusu. Elimize verdikleri kül ve yanmış kemik parçalarından başkası değildi ama onu toprağa verdiğimizde, ne kadar çok seveni olduğunu gördüm. Ne kadar çok şey biriktirdiğini, onu sevmekle ne kadar iyi bir şey yaptığımızı... Annesinin gözlerini hiç unutmadım. Orada dururken, bana nefretle bakıyordu. Belki onunla daha çok vakit geçirdiğimiz için kızgındı bana, belki uğurlamaya gelemediği ve son kez ona sarılamadığı için... Belki, onunla yeterince zaman geçiremediği için... Ama bir suçluya ihtiyacı vardı; içindeki yangını hafifletmek için, yaşamaya devam etmek için, kendini affetmek için... Ben gözlerimi onun gözlerinden çektiğimde zaten hayatımdan çıkıp gittiğini biliyordum. Karımla kısa bir süre sonra ayrıldık. Nedenini hiç sormadım. Ben kadere hep inandım. Gitmek istediğinde bir yürek onu bağlasan da gidecektir, kalmak isteyen bütün dünyaya rağmen kalacaktır zaten.

Artık yaşamak için bir sebep aramadım. Yaşamak için; ölmeyi beklemek diyordum, sıramı beklemek... Evimi kapattım başka bir şehre taşındım. Orada hayatıma yeniden başladım. Bu bir şeylere başlamak değildi aslında, bir şeyler bitmeden önce kısa bir molaydı belki, belki kendimden sıyrılmaktı, belki kaçmaktı..

Hiçbir arkadaşımla görüşmedim bir daha. Israrlı sorulardan, nasılsınlardan, kaçamak bakışlardan yorulmuştum. Biraz acı çekmek ve acılarımı sevmekti istediğim. Yasemin'i sevmekti... Acılarım biterse onu sonsuza dek kaybedecektim. Buna izin vermedim hiç. Bir daha evlenmedim de... Elbette yaşadığım ilişkiler oldu, günü birlik, bazen birkaç saatlik, ama sonrası üzerimden sıyırıp attığım bir yüktü. Bedenimi hafifletip, ruhuma yer açıyordum. Ruhum içeri de, o küçücük yerde sıkışıp kalmıştı bir kez.

Sonra bir gün, hani yaşam tamda ağır aksak ilerlediği bir anda, bana belki son bir oyun oynadı. Tüm umudum, inancım, tutkum sönmüşken, çalışmaktan başka bir şey beni avutmuyorken, eskilerin anmamak için bütün geçmişimi silmişken, sildiklerimden dolayı hiç silinmemişken, belki yalnızlıktan ödüm koptuğu halde, yalnızlığımı sevmişken...

İşte bütün bu boşluğun tam da içindeyken oyun oynadı hayat bana. Bir akşam üzeri, yine aynı saatte arabamı garaja park edip sırtım çok ağrıdığından asansörle çıktım kendi katıma. Anahtarlarımı bir türlü bulamadım sonra. Ceplerimi karıştırırken küçük kağıtlar, sonra bir sakız, biraz bozuk parayla rastlaştım, hep aynı şeyler diye düşündüm. Kendime kızdım ama yüksek sesle düşünmeden de edemedim

-Hay kahrolası şey, bu kaçıncı kez yaşanıyor, kaçıncı kez şu anahtarı bulamadığın için bekledin şu kapıda...

Ben kendimle yüksek sesle dalaşırken, asansörün kapısı açıldı ve kapıcımız Musa belirdi biraz şaşkın bir halde kiminle konuştuğuma bakındı önce. Sonra kendi kendime konuştuğumu anlamış olacak ki; belli etmemek için gözlerini yere indirdi ve

-Efe bey, her zamanki gibi siz yokken mektuplarınızı ben aldım. Postacıda huyunuzu bildiğinden posta kutusuna atmıyor artık dedi ve üç ayrı zarf uzattı.

-Teşekkür ederim Musa, sana da zahmet oluyor ama bilirsin ben kapımın anahtarını bulmakta zorlanırken birde posta kutusu için çilingir aramak zorunda kalmayalım dediğim de, Musa bıyık altından gülüyordu.

-Bilmem mi Efe bey, bana zahmet falan olduğu yok. Siz takılmayın bunlara, işimiz ne... Keşke herkes sizin gibi güzelce rica etse.

-Hadi o zaman sen bak işine, bende artık eve girip bir şeyler yiyeyim öğlenden beri tek lokma girmedi mideme deyip Musa'yla olan ayak üstü sohbetimize ara verdim. Bir yandan da geldiğimden beri bulamadığım lanet anahtarları arıyordum. O sırada elimdeki mektuplar yere düştü. Tam eğilirken anahtarların nerede olduğunu anımsadım tabi, iş yerinde masamın üzerinde duruyorlardı. Bir elim yerde, aklım anahtarlarda mektupları almak için uzandığımda ellerim titremeye başladı, gözlerim karardı ve olduğum yere çöktüm. Musa yetişmiş ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Önce ellerimdekileri almaya çalıştı, bense o beyaz zarfa öylesine yapışmıştım ki, değil Musa, yedi yüz kişi gelse söküp alamazdı onu, onlar bilmiyorlardı derken kendimi kaybettiğimi anımsıyorum


O günün üzerinden tam üç yıl geçti. Artık daha mutluyum. Uzun bir aradan sonra yaşadığım, doğduğum o şehre geri döndüm. Bu temelli bir dönüştü. Ev oldukça eskimişti, bir sürü tadilatın ardından artık bahçesinde dostlarımla bir akşam yemeği yiyebileceğim kadar güzel bir yer olduğunu söyleyebilirim. Zaten birazdan gelmeye başlarlar. Aslında içten içe garip bir huzur duyuyorum. Tam atmış yaşında, hayatının uzun yıllarını karanlıkta geçirmiş biri olarak bu huzur bana yabancı bir duygu, yine de onu bağrıma basmaya hazırım. Tıpkı, dostlarımın beni bağırlarına bastığı gibi. Tıpkı, eski eşimin beni affettiği gibi, tıpkı, kendimi sevmeye hazır olduğum gibi...

Şu an ikinci katta kızım Yasemi'nin eski odasındayım. Eski odası çünkü ben yeniden evlendim. Eşimle tanışalı üç  yıl oluyor, o hep aradığım insanmış gibi geliyor bana, çok geç bulduğum ama ölürken bile gözlerinde boğulmayı dileyeceğim biri. O sevmeyi yeniden öğretti bana, unuttuklarımı hatırlattı, bütün ezberlerimi tek tek bozdu, işin en güzel yanıysa, yeniden baba oldum. Bir kızımız var, adını hiç düşünmedik, adı doğmadan çok önce yazılmıştı kalplerimize, adı Yasemin. Odasının duvarında çerçeve içinde bir mektup var, onu ablası yazdı, hemde ölmeden bir gün önce, tam tamına 15 yıl önce..

O kapıda yere yığıldığımda elimden bir türlü çekip alamadıkları mektuptu o. Geleceğe postalanmıştı, kızımın kokusu sinmişti satırlarına. Yasemin bana bir kez daha ne kadar güçlü, ne kadar geleceği görebilen bir kız olduğunu kanıtlamıştı. Belki, tanrı ona gideceğini haber vermişti bir şekilde. Ya da tanrı bana yaşamak için bir sebep sunmuştu. Kızımın aslında ölmesinin imkansız olduğunu anlatmak istemişti, bir gün onunla tekrar karşılaşacağımızı, kader denilen şeyin gerçekten var olduğunu...

Yasemin hiç sevmediği halde, uçağa binmeden birkaç saat önce bir mektup yazıp postaya vermişti. Tam on beş yıl sonra alıcısına teslim edilmek üzere hem de. O incecik yazıyı zarfın üzerinde gördüğüm gün, gözlerim bana oyun oynuyor sanmıştım. Öyle bir oyundu ki, kalbim buna dayanmak istememişti birkaç dakikalığına. Kalp masajı yapılmamış olsaydı şu an hayatta olmayacaktım ve o mektup tıptı benim ölümüm gibi anlamsız bir kağıt parçası olarak kalacaktı sonsuza dek.

Kapıdan başını uzatan kızım, baba derken boğazıma takılan yumru ilk kez mutluluktan. Şimdi eskileri anımsama ama yenilere “merhaba” deme vakti. Şimdi Yasemin'i büyürken yeniden seyretme vakti. Gözlerimdeki fer henüz dünyayı görmeye yeterken, ona yetişmek ve kaldığım yerden devam etme vakti. Vakit dostlarıma hoş geldin deme vakti.

YAZAN: Talan Ayşe Kanca

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Hayatın En Güzel Yerinde

Öfkeleri,yalnızlıkları,elimde kalanları

Öfkeleri, sancıları, elimizde kalanları...

Yine kan dolu gecelerde sabahladık seninle,
Yine öfkeleri doldurup içtik usul,
Yine kandırdık kendimizi ‘seviyoruz’ diye.

Tomarla çiçek topladık bahçemizden,
tohumları sakladık bir daha kine..
Azalttık içimizde kalanları tek tek.

Yine var olsun istedik yok ettiklerimiz,
Yine büyüsün dedik söktüklerimiz,
Yine kışları baharları özledik

Öfkeleri, sancıları, elimizde kalanları...

Yine bitirdik başlamak düşüncesiyle,
yine daldık uykuya,
hayatın en güzel yerinde! 


Talan Ayşe Kanca
(Şarkısı Çalınmamış Sevdalar kitabımdan...)

6 Ağustos 2010 Cuma

Ceryanda Kalmışsa Ruhun



Bir pencerenin ardından hayatı izlemek... Geniş bir pervaza dayalıyken aklın, sen ait olmadığın bir dünyanın içinde ama dışındasındır. Sözcüklerin sana anlattıklarıyla, senin başkalarına anlattıkların eşdeğer değildir, her kelime beyninde yankılanır âdeta. Duyulması mümkün olmayan frekanslardadır sesin, kendinden cevap beklemek pekte akıl kârı değildir .

Cereyanda kalmıştır ruhun. Günü başlatıp geceyi bitirdiğini hatırlarsın da, arada neler yaptığını bir türlü fark edemezsin. Gelip geçen sokak sakinleri, atılmış çöpler, ziyadesiyle rahatsız yüzler vardır hatırında; bir o yana bir bu yana koşuşturan. Evvel yaşadıkların ‘ağır’, bugün yaşadıkların ‘hafif’, yarın yaşayacakların ‘belirsiz’ gelir, ama her şeye rağmen bakmaya devam edersin pencereden dışarıya. Çocukların şen kahkahaları böler huzursuzluklarını, aceleyle yetişmen gereken bir yer var sanırsın. Gene o bildik yüzler dolaşır aklında, aşina olmak hayata yine ve yeniden sıkar seni.

Sanırsın ki;yaşamak ele avuca sığmaz, küfürbaz, lanet bir şeydir...

Sanırsın ki; unutmak kötüdür, insan yalnızdır, sevgi tutarsızdır...

Sanırsın ki, aşk; yalanların bol baharatlarla sunulmuş halidir.

Oysa ‘hiçbiri değildir’ demek için, hayatta bir kez ‘ölmek’ lazım gelir! O zaman anlarsın ki;pencerede oturmak bile güzeldir, bir karış toprakta yatmaktan! Akıl okumadıkça büyümez, öfke unutmadıkça dinmez... Bir bardak suya hasret olmak ne demekmiş, bir lokma ekmek için neler yapılırmış, yüzünü aynada görebilmek ne büyük saadetmiş...

O zaman anlarsın ki; ki eski kazağınla da mutlu olabilirsin. Bir eksik söylesen hiçbir şey kaybetmezsin, düşünsen, düşündüğün için yargılanmazsın. Saçların dökülmüşse bu dünyanın sonu değildir, ojen bitmişse yenisi alınır, kahvaltıda zeytin yoksa reçel yenilir.. İncir çekirdeğini doldurmayan şeyler, hakikaten kâile alınmamalıdır, anlarsın! Büyük kötülükler büyük yalnızlıkları doğurur, büyük iyiliklerse küçük öfkeleri öldürür.

Bir fincan kahve için neler vermez insan, neler vermez bir düşün! Bir düşün,yarın sabah yoksun! Yarım kalmış işlerin kimsenin umurunda değil,bitmemiş sigara paketin öylece duruyor, ayakkabıların cilalanacak, gömleğin ütülenecek, araba taksitin ödenecek... Bir düşün yarın yoksun!

Kıt kanaat geçinmek, uyuklamak, üşümek yok. Aşk yok, anlamak yok... Planlamaya değer hiçbir şeyin yok, sen yoksun! Komşular kavga etmiyor, buhranlar gelip geçici, miras kavgaları, küslükler, çıkar çatışmaları birer hayal.Yalnızlık çekmiyorsun, dalga geçilmiyorsun, ama yaşamıyorsun da! Ne içkici kocanla uğraşmak zorundasın, ne tembel bulduğun çocuklarınla, kaynanan, kayın pederin birer melek, çünkü sen yoksun!
 
Akşam yemeğine ne yapacağın kimseyi ilgilendirmiyor, hele börtü böcek ne yapmış sen hiç ilgilenmiyorsun. Baş ağrın yok, mide bulantın, kaşıntın... Ne kışın yakacak sorunun var, ne yazın giyecek ...

Düşün yarın yoksun!

Elektrikler çok yanmış, su parası fazla gelmiş, telefon faturan el yakmış hepsi boş ve tüm bunların var olması hâlâ ağır geliyorsa;

Ölüp de dirilmek gibi bir lüksümüz hiç yok!

Talan Ayşe Kanca
Şarkısı Çalınmamış Sevdalar kitabımdan...

1 Ağustos 2010 Pazar

Deryaları Tutsun Aşk



Dinlenelim...
Baş parmağını benimkine değdir,
Gözlerini kapat,
Düşlerinde en önden bir yer ayır...

Konuşacaksak;
kepenklerini indir hükümlerinin.
Acılarını lâl olmuş say,
susmayı öğret kederlerine...

Birden beşe kadar say,
yüzünü yıka,
giyin...
Damağında kalmışsa tadım;
bir tabak daha iste!

Sıkma yüreğini,
gelip geçsin duraklardan sevdiklerin.
Uzat elini tut kime denk gelirse,
al yüreğini ver ruhunu öylece...

Gölgene yetişmek için koş
“Yaşamak nedir?” diye düşünme.
Gaspetmişse hayat umutlarını,
yeniden doğur düşlerini...
Belleğinde “Pirinç tanesi” olsun hüzün,
yüreğinde, deryaları tutsun aşk!


TALAN AYŞE KANCA

Fikrindeki Suçtur Aşk

Aşk,



Aşk,
yolda kalmaktır...
Ürpermektir,
üşümektir,
yanmaktır.
Yanık kokusu gelir bir sabah burnuna,
sen; fırından taze çıkmış simit düşlersin,
beni bulursun.
Aşk;
ummadığın anda karşılaşmaktır!
Sıfırdan başlamak,
bire varmak,
sonra eksilmektir...
Kırık notlarla dolu karnende,
resimden aldığın beştir.
Dudağında rujdur,
fikrindeki suçtur.
Kaçık çorabın,
bitmiş rakın,
zulandaki para...
Deve dikeni,
Çayır otu,
Küstüm çiçeğidir aşk.

Yazan: Talan Ayşe Kanca

03.05.2003

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Dallarından Düşerken Hüzün


 

 

Öyle böyle güzel birşey değildir yaşamak. Vazgeçmek için çok erken... Daha bitirilmemiş düşler var, yontulmamış yürekler, ayrımına varılmamış umutlar. Daha çok ızdırap var çekilecek, sonra dallarından düşecek olgunlaşıp hüzün. Avuçlarını kanatana dek çalacaksın ellerini birbirine, bitkin düşecek usun sevinçten. Keder uğrayıp hatırını soracak ve sen ona da gülümsemeyi başaracaksın, yaşamak ölmekten daha anlamlı olduğundan. Sırası gelince öleceksin, ama ölmeden daha çok şey yapacaksın, daha çok seveceksin beni, daha çok unutacaksın doğum günümü, daha çok kıcazaksın geçiktiğime... Bir fincan kahve içip telvesiyle dalga geçeceksin , bozuk paran olmadığında benden isteyeceksin, ben inadına yok deyip delirteceğim seni, sen sevilmenin hazzıyla koyverip gideceksin kahkahalarını.. Aç kaldığımız günler gelecek aklına, ağlayacaksın, "o günler geçti "diyeceğim kulağına, bak şimdi tokuz... Daha çok ağlayacaksın o zaman, bir ömrü sığdırdığımız şu küçüçük evde bir evlat sesi duyamadığımıza yanacaksın. Ben sana daha çok sarılıp "beni niye bırakmadın ?"diyeceğim, başını kaldırıp gülümseyeceksin, "ağaç olsan toprağından vazgeçer miydin ?" diyeceksin!.


Beni hep melankolup bulduğunu bileceğim, ama sevmek işte bu dediğimde sana, seni nasıl kazandığımı hatırlayacaksın, ellerimi tutarken üzerindeki kahverengi benekler takılacak gözüne, yine bir tahlil yaptıralım Neşe diyeceksin, ben hiç istifimi bozmadan daha bir ay önce yaptırdık zaten ne o ölmemden mi korkuyorsun? diyeceğim. Ellirini dudaklarıma götürüp kapatacaksın, sanki boğmak isteyeceksin karanlığı, sanki yarınlarına söz geçirebilsen durdurmak isteyeceksin zamanı...

Sen bileceksin ki; öteki dünyada da seni bulacağım ama sen öteki dünyaya hiç inanmadığından hep yanında kalmamı dileyeceksin imkansızlığını bile bile... Bir günümüz diğerine benzemediğinden hiç yakınmadık diyeceksin yaşamaktan, öykünmedin bir ayağımın diğerdinden kısa oluşundan, hiç belli etmedin eksikliğini, iki santim ne demekmiş ben bu hayatta çok iyi anladım, sen hiç anlatmadım o iki santimin eksikliğini... Hiç gocunmadın, öfke duymadın hayata, hesap kitap içinde olmadın, olanlarla da işin olmadı... Bana hep eş oldun, eşit oldun benimle, ne ardımdan ne önümden yürümedin beni yanında, kolumda, kalbinde buldun...

Artık vakit azaldı, senin bilmediklerini biliyorum, yine de bilmemen için çok mücadele veriyorum, artık öksürüklerim sıklaştı, senin olmadığın zamanlarda ölümü düşünüyorum, ölümden korkmuyorum, hayıflanıyorum sadece... Terasımızda son bir çay içmeden, sana son kez sarılmadan, birlikte o çok sevdiğin çörekleri yapmadan gitmek istemiyorum. Alışveriş torbalarını sana taşıtmak istiyorum ve hep unutulacak bir şey bulmak... Sıkıyorum dişimi; çuval dolusu anıyla, kokunu duya duya, ciğerlerim bayram ede ede gitmek için.


Talan Ayşe Kanca

27 Temmuz 2010 Salı

Arka Bahçedekiler




Ne gariptir ki; tesadüfler, yaşanmışlıklar, anılar, anı bile olamayanlar, gelenler, gidenler, ortadan kaybolanlarla doludur hayatlarımız. Kimini hatırlarız, kimini hatırlamak bile istemeyiz, bazısı için içimiz “cız” eder, bazısını unutur gideriz. Kimi bir gülüştür hatırımızda, kimi gözlerimizde saklıdır. Bazısı tek biz sözle öylece durup durur hayatımızda; ne “Hoş geldin” , ne “Güle güle” diyebiliriz. Kalabalıklarımızın arasında kendimize seçtiklerimizde vardır, karanlıklarımızdan çok uzakta, aydınlıklarımızın tam ortasındadır onlar. Onlar, yüzlerini bazen kaybeder, bazen gülüşlerini, bazen sadece dururlar ruhlarımızın kuytularında, çıkmak için beklemezler, oradalardır biliriz... İşte o ruhlarımızın kuytularında özenle sakladıklarımız sadece birkaç gün önce uzun bir masanın etrafında bir aradaydık.

Hiçbiri neden buradayım demeden, sanki daha dün gibi tam 20 yıl öncesinin o sıcacık gülümseyişiyle karşıladı birbirini. Hayatın arka bahçesinden çıkıp geldiler birer birer ve güneşe nazır o bildik salonlarda ağırlandılar yüreklerimizin baş köşesinden çıkıp gelmişlerdi ne de olsa..

Kendimi bir öğretmen ordusunun içinde genç kızlığımın o doyumsuz neşesi içinde buluvermiştim. Beni her zaman kendilerinden sayan kocaman birer yürekti onlar, belki hayat da biliyordu, artık gökyüzüne değil yeryüzüne yakındık daha çok, belki eskiden olduğu gibi çokça ışıldamıyordu tenimiz, yüzümüzden hayat fışkırmıyordu, belki eskisi kadar zayıf ve alımlıda değildik, belki hayat içimizde pek çok yaralar açmış pek çok kez sınamıştı bizleri. Belki dizlerimiz kanadığında saracak bir anne babamız yoktu artık, bizler birer anne, birer babaydık... Ama hayat ne çok şeyde eklemişti aldıklarının yanına. O kadar da acımasız değildi belki!.

Nilay insanı kucaklayıp duruyordu sadece baktığında bile, sadece o değil elbet, İsmail durmadan benden şiir istiyordu... Hacer, Gülbeyaz, Coşkun, Emine ve diğerleri... Öylesine doğal ve içten dilerki, eskisi gibi, eskimemiş gibiydiler. Tek tek baktım hepsinin gözlerine, görsünler istemedim belki ama baktım. Hayata dair ne çok şey buldum onlar bilmiyorlardı...

Küçüçük bir çocuğun arayışları değildi artık gözlerindeki, onlar hayatı esir almışlardı hayattan daha çok. Belki çokca sınanmış, çok hesap kitap yapmış, çok boğuşmuşlardı ... Ama zafer çığlıkları geldi çayımızı yudumlarken kulaklarıma, derin bir mutluluk ve huzur duydum, iyi ki beni de çağırmışlardı, unutulmamıştım...

12 ayrı yürek 12 ayrı hayat, 12 farklı son demek di, ama biliyordum daha yapılacak çok iş, gidilecek çok yer, sevilecek çok yürek, öğretilecek çok şey vardı. Daha hayat öğrenecekti ki; her zaman vefasızlık, riya, öfke ve yalan kokmuyordu dünya. Hayat bazen umut kokuyordu o masadaki gibi... Hiç bitmesin diye gözüne baktığımız anlar vardır ya, işte öyleydi o dakikalar.

Bizler birbirimizi belki bir daha hiç görmemek pahasına hayatın kollarında atılmıştık, o kollarda huzurda bulduk, öfke de, hayal kırıklığı da.. Ama o kollardan bazen ışkın verdi dostluk, bazen umut baş gösterdi, bazen kırk yıllık hatırı olan kahveler içildi ..

Ben birkaç saatliğine o genç kızdım, kendi kızıma bakarken düşledim ve diledim bir gün böyle güzel yürekler biriktirebilsin diye.




Talan Ayşe Kanca

26 Temmuz 2010 Pazartesi

EFTELYA

Eftelyam



Boğulduğumda umursamayan,
Çağırdığımda gelmeyen,
Söylediğimde duymayan...
Kınalı ellerinde geçmişle
Dimdik kalan Eftelya’m!
Eskileri bozup yenileyen,
Yenileri eskitmekten çekinmeyen...
Kaçık çoraplara düşman,
Yokluklara alışkın kadın.
Her sirayet bir aşktır,
Her yonga bir ağaçtır,
Her kerte bir izdir...
Seni almak seni bırakmaksa;
Aşkı aldım,
Seni bıraktım senin için.


TALÂN AYŞE KANCA

25 Temmuz 2010 Pazar

Aşk İle Geliyorum




Aklının kuytu köşelerinde kök salan düşünceleri açığa vurmak ister miydi ki insan? İstemezdi, istemek kolay gelmezdi...

Sözlerin kifayetsizliğiydi belini büken, belki ‘yetişmez’ diye düşünürdü, ‘yetmez’ diye... Belki ellerinde tutarken bile, daha açıktı kalbinde gizlediği! Hayatın dünü ve bugününe inat yarınını sırtlamak için gücü yetmiyordu insanın. Sancısız bir tek günü özlerken, aşkı unutmak içinden gelmiyordu. Ağırdı, kasvetliydi, kırıcıydı belki ama gerekliydi su kadar, toprak kadar, nefes kadar... 

Çocukluğumu özlemek hastalıktı yüreğimde, çocukluğumda aşk olmadığındandı belki, belki sitem etmeye değer hiçbir şey bulamamaktı, hayatı düşünmemekti, paraya tamah etmemekti çocukluğun hasretlik yanı.

Canımı yakan yokluğuna inat, seni düşlemekmiş ‘hayat’, uyandığımda yanımda olduğunu bilmekmiş ‘mutluluk’, soframa kattığım aş değilmiş karnımı tok tutan, sen varken her yer aydınlıkmış, karanlık gittiğinde yoldaşımmış meğer.

Yeni bir başlangıç için geçse, kaldığımız yerden devam etmek lazım, bilirsin; kısır döngüleri sevmem ben, ama hayat ders almakmış hatalardan. Anlamak; kayıpların bekçisiymiş, sen yokluğunda bile bana bir şeyler öğrettin .Sevdiğim, aşkım... Keşke iki yürekte tek fikir olmak yerine iki fikirde tek yürek olsaydık! 

Elimde öfkenin izleri var. Hırsımıza yenik düştüğümüzde mi hayata yenilmiştik bilmiyorum? Şimdi saat gece yarısı... Şehrin ışıklarıyla oynaşan kedilerde değildir aklın. Burak huysuzlanmıştır, sen uykulara hasretsindir benden çok.
Sözlerin tutulması lazım bilirim, söz vermek zor gelir o yüzden ama aşk sözlere gerek duymaz, aşk kokusunu her daim duyduğun leylak gibidir bahçende, denizde dalgalardır aşkın sesi, rüzgarın deliliği, aklının hoyratlığı...

Sana aşkla geliyorum, karşıla beni!


Talân Ayşe Kanca

ben sana vuslatım şimdi | izlesene.com

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Safâ Süren Yalnızlığım




Bir kucaktan diğerine düştüm,
bir yürekten diğerine...
Bir aşk muştuladılar bana,
bin acı gelip kuruldu yüreğime.
Gitme; safâ süren yalnızlığım,
gitme...

Alt tarafı vuslata çıkarsın,
üst tarafı ayrılığa...
bana çıkanlar sana çıkmaz sevgili.
Bana çıkanlar; senden kalanlar,
onlar; elimi süremediklerim,
uğrunda ölemediklerim.

Mevsim sonbahar sevgili,
hazandır düşen toprağıma.
Belkilerimle yatar uyurum,
keşkelerimle uyanırım her bahar.

Gitme sevgili,
boğazımdasın hâlâ...
Kuşlarım göç etmez sensiz.
sen kal sevgili,
yalnızlığım gitsin bu kez!


Talân Ayşe Kanca

23 Temmuz 2010 Cuma

Aklar Düştü Satırlarıma




Cümlelerim ağardı bu sabah,
aklar düştü satırlarıma...
sonra, bitmiş buldum kendimi,
tükendikçe azdı yaralarım
yaraladıklarım âh etmişti, anladım!

Susuz kalmış yüreğime, kara kışlar yağdırdım.
Dolular vurdu çiçeklerimi,
ellerimde solup gitti tutunduklarım.

Körpe kuzular saldım çayırlarıma,
kurtlar kapıp kaçtı birer birer.
Elimde kaldı meleyişleri...

Cümlelerim ağardı bu sabah,
aklar düştü satırlarıma...
Zarflayıp kaldırdım hayatımı,
elden teslim ettim acılarımı.

Susuzluktan kavrulan hücrelerime;
kucak dolusu seni sundum.
Cümlelerim ağırdı;
kendimi avuturken.

Talân Ayşe Kanca

Gözlerinde Puslu Bir Akşam



Topukların çatlamış kadınım,
arsızca isterken seni,
kırılmış yüreğinin kanatları.

Kaldırmışsın sahanlıktaki seni,
yeni bir kadın doğurmuşsun,
üç dilde söylemiş sevdiğini...

Gözlerinde puslu bir akşam...
Sıgındığın limanlara,
demir atmamış kimse.

Sonra, çıkıp gelmiş apdal ıslatanlar,
çiğler, kümülüsler...

Doymaya yemin etmişken bana,
acıkmışsın...
Ellerinde hüzünlü çiçekler boy vermiş,
yüreğini nadasa bırakmışSsın.



Talân Ayşe Kanca

Ellerimi Sana Buladım



Suç değildi,
suç olduğu söylenenler bile...
Kalbime çaktığım çiviler,
tıpasını çektiğin küvet,
ve onlarca diyet…
Suç değildi;
yani mahkûm olduklarım bile.
Kızılca kıyametlerim,
örselediğim aşklarım...
Kral gibi ağırlandığım,
yalan değildi!.
Fark edilmedi,
çıra gibi yandığım.
Birer uçan balonla kandırdım düşlerimi;
suç değildi…
Ellerimi sana buladım.
Ellerim mi; umurunda değildi.
Tükür diyordu hayat,
hazmedemediğinde kursağındakileri!

Talân Ayşe Kanca

Seni Gözbebeğime Yazdım



Dizilirken yokluklar boğazıma,
seni düşlerken buldum kendimi.
Dedim ki;
acıkmak bu olmalı!.

Kaybetmişken en sevdiklerimi,
yine sen çıktın karşıma.
Dedim ki;
kader bu olmalı!.

Öfkeleri doldurup içtim ardından.
En kuytu kahpelikleri,
en gizli gerçekleri,
en pahalı düşleri satın aldım bir çırpıda.
Seni göz bebeğime yazdım,
göz bebeklerimi, sana...
Sarmayı özlerken en soğuk yanlarını,
seni kaybetmek çıktı falımda.
Dedim ki;
yalan bu olmalı!.
Nasıl geldiysen hayatıma, öyle kal istedim!
Ellerine verince güneşlerimi,
her ah edişinde yıldızları ekledim.
Nasıl geldiysen hayatıma; öyle kal istedim!

Talân Ayşe Kanca

Seni Anımsasın Ruhum



Bak bana İstanbul.
gözyaşlarım akıp gitti üzerimden,
yüreğimden...
Hani sen derdin ki, geçer,
hani derdin ki, tükenir...
Bak bana İstanbul.
tükendim!
Kalbimden geçip gittiler, dur diyemeden.
Sevmeleri anlat bana,
sevişmeleri,
tadı damağında kalmış tenleri...
Bana aşkı anlat koca şehir.
surlarında sıkışıp kalmış, Bizans oyunlarını...
Kamçılandıkça sırtım, seni anımsasın ruhum.
bana hayatı anlat koynunda uyuduğum.
Bana unutmayı anlat, severken unutmayı.
Masalları olan şehir;
bana nasıldı anlat Leyla'yla Mecnun, Ferhat'la Şirin.
Kötüleri alt eden, iyileri var eden
bir film karesinde üç ömre bedel sen;
yaşam kollarında durur bilirim.
Öyle geçip gider boğazdan,
yalılardan,
yaralardan...
Sen var olduğun günden beri,
sanki başka yazılmıştır şiirler,
aşklar,
aşka aşıklar...
Seninle ölmekte başkadır,
kalıp gömülmekte...
Ben eriyip bittiğimde,
içimdekilerle çekip giderim, içime çektiklerimle...
Köpüklerin arasından bana el sallayan sen;
dirseklerimi dayadığım şu masa,
tanrıya ettiğim yemin,
kanadı kırık ruhumla ben;
Sana büyük bir çemberin,
Küçük bir yerinden yazıyoruz.
Küstüğün gün bana,
etlerimi didiklesin bütün evren.
Koca bir mezarlıkta,
küçük bir taş ayır bana.
Seni anlatsın, beni anlamayanlar.


Talan Ayşe Kanca

Vur Dibine Sancıların



Vur dibine sancıların,
aşk her şeyden güzeldir.
Savur neşe kemendini boynuma,
sık sıka bildiğince...
Boğ bir kaşık suda,
çatlat sevgiden yüreğimi.
Bırak sızdırsın göz göre göre…
Sevinçten dudaklarım uçuklasın,
ayaklarımı kes yerden,
çağır davulcuyu
vur beline kederin.
Bir elinde sevda
diğerinde umut.
Çal birbirine...
Ürkütme zamanı
say ki; yok!.
Bir söz ver tutmak için,
el edip göz yum yasaklarına.
Yanıyorsan ateşlerden çok,
çığlıklarımı duymazlıktan gel.
Kaydıkça yüreğimin kaydırağında aşk,
düşe kalka büyürüm ben.

TalâN Ayşe Kanca

Düş Ağacı




Varsın; uçmayı unutsun kanatlarım.
kaf dağının eteklerinde;
küçük bir düş ağacının altındaysam eğer.
Say ki; hüzün nehrinde can çekişirken,
terk edilmişlik koyunda yan yatmışsın.
Ben; diz çöküp ellerinde soluklanmışım.
Sen; kapılıp akıntıya yeniden yüzmüşsün.

Varsın; tutmasın ayaklarım.
Üzerime basıp geçerken bütün evren;
beni çiğneyenlere siper etmişsen kendini.

İşte o vakit;
kırkayaklara, çınar ağaçlarına,
yosunlu taşlaradır selamım.

İşte o vakit;
kocaman beyaz bir bulutla,
sonsuzluk vadisinde alırım soluğu.
Küçüklüğüm, genç kızlığım, kadınlığım karşılar beni...
Sen en olmadık yüzünle çıkarsın karşıma.
Dizime yaslanıp ninniler söylersin,
ruhumdan yüreğime kayıp gidersin öylece.

Talân Ayşe Kanca

Aşk Beni Azat Et




Kendi karanlığımın kölesiyim,
beni azat edebilir misin aşk?
Kelepçelerim yüreğimde,
ruhum zihninde esir kalmış.

Kendi yalanlarımın gerçeğiyim aşk,
beni özgür kılabilir misin?
Kıskandır kuşları..
Yağmuru...
Ağlat sonra birer birer...
Sırça saraylardan çıkar başımı,
ruhumu sal çayırlarına.
Orada, kuzular dile gelsin,
çayırlar konuşsun 14 dilde...

Sen aşk,
görebilir misin
Bütün kasvetine rağmen geceyi?
Güne sövüp sayabilir misin?
Varsa esaretimin bedeli,
ödet bana...
Öylesine geldim hayata,
ve öylesine giderim yalın ayak.
Belki biraz hüzünle seviştim,
belki biraz kendimle...
Ama yaşamak,
kirpiklerine değmekti,
ve ıslanmaktı gözyaşlarınla.
Sen aşk;
şahidimdin,
sonra sustun, susturdun yüreğindekileri.

Talân Ayşe Kanca

Ben Sana Vuslatım Şimdi



Çatık kaşlarından geçip,
kırık kalbinde salındım yine...
Seni bulduğum limanda annen yok;
baban ...
Ama çoçuk, ben geldim,
ufkumda
umurumdasın!.

Say beni...
Birinde annen say,
diğerinde baban,
Onlarca kez say...
Tek düşüm; seni düşünmek.

Yaralı kolların beni sarmaz mı?
Okşasam saçlarını, sevinmez mi?
Tutsam ellerini, sarılmaz mı?

Sen cocuk;
ufkumda,
umurumdasın...
Ümidimsin en çok.
Biriktirdin ya hasreti,
vuslatlara açtın...
Ben sana vuslatım şimdi.

Gözlerini kapatıp düşlemişsin...
Sen çocuk;
düşlerimi al,
dökülsün ruhundan keşkelerin.

Dal olurum sana sonra,
ışkın veririm,
umut olurum toprağına...
Sen çocuk,
unut...
Unutmak yok deme!.
Çıkar bak yüreğimi;
nasıl unutmuş seni...

Bak çocuk;
karanlığımı ışıtıp geldim,
sancımı unutup geldim,
kendimi sıyırıp geldim..
Ben sana vuslatım şimdi!.


Talân Ayşe Kanca

Aklımdaki Kurşunlar




Az çok kendini bildin mi, ne istediğini de bilirsin. Bilmekten yana sıkıntın yoktur aslında. Bildiklerini uygularken, hayata geçirirken sıkılırsın. “Pılını pırtını topla, çık bu evden.” dediyse hayat sana, gidecek yer bulamamaktır korkun. Gideceğin yer, bulunduğun yer kadar hoş karşılamaz seni. Bağrına basmaz, adamdan saymaz, iplemez yani...

Ahengini kaybetmişse sevdaların, çatık kaşla karşılanırsın. Eskisi gibi uğurlanmazsın hatta. Birkaç kelâm edilir sofralarda, tadına baktıkların yavan gelir. Az şekerli çay gibi, tuzsuz aş gibidir yüreğindekiler. Biriktirdiklerin harcanmıştır ya; yerine konulmamıştır. “Doğurduğuna inanıyorsun da, öldüğüne niye inanmıyorsun...?” der sevdan. İnanmak gelmez içinden. İnanmak ele avuca sığmaz bir şeydir o an. İnanmak; vazgeçmektir hayatından, hayallerinden.


Dikenleri batmış güllerden, ağzı yanmış dillerden bahsedersin. Hiç hatırlamazsın bir zamanlar yanıp duran yüreğinden, aklı kırk karış havada kalmış usundan... Çaresizliğini itiraf edememek nasıldır? Nasıldır kendini tek başına hissetmek? Çoğalırken azalmak, azalırken eriyip gitmek keşkelerinde...

Nasıldır; kaybetmek elleri avuçlarının içindeyken bir yürek? En pespaye halinden, en görkemli duruşuna kadar birini sevmek nasıldır bilirsin. Bilirsin, sevdanın yürüyüşünü, süzülüşünü, kursağında dirilişini...


Bilirsin; bir kez sevdiysen, bin kez sevilirsin. Ama olmazlar çalmışsa kapını, yüz binlerce kez pes etmek düşmüşse payına, topladıklarınla çıkardıkların eşitlenememişse; geriye ne sevmek kalır, ne sevilmek...


Duraksadığında, belki yenilerim dediklerin için, eskittiklerin aklında durup durur öylece. Şirrettir zaman, yakandan düşmemek için türlü oyunlarla gelir koynuna. Isıtır seni çaresizliğinde. Kandığını anlayınca, kazanmanın gururu okunur yüzünden. Bir kez daha zafer nidaları yankılanır evrende ve o yankı er ya da geç gelir bulur bedenini.

Elinde kalan; hüzünlerden örülmüş çilelerdir. Sardıkça bitmez gibi gelir, kollarından tüm bedenine yayıl ır yorğunluğun. Kafana sıklıkla sıktığın kurşunlar vardır birde. Rus ruleti gibi bir kendine sıkarsın, bir sevdiklerine, seni sevmeyenlere... Artık kime denk geleceği hiç umurunda değildir. Acıdan kördür gözün. Sen katil doğmamışsındır ama olmuşsundur kaşla-göz arası. Ağıtlar yakarsın gidenlerin ardından. Sen gitmişsen umarsızdır kalanlar. “Cezamı çekmeye razıyım.” dersin yüzünde donmuş ıstıraplarınla, ama gidenlerin tek kusuru seni sevmektir.

Aldığın canlar sana onulmaz kederler verecektir, sen sevmemişsindir gerçekten. Ruhundaki aç gözlü çocuğun karnı yeterince doymadığından, hırçın ve arsızdır. Önüne kim gelirse tüketmek ister. Öyle sıyırır ki sevdanın kemiklerini, bir damlacık umut kalmamıştır üzerinde. “Köpeklere atılsın” diye sunulan o kemikler bile, âh etmiştir ardından. Tükürmek istemiştir yüzüne, yüreğine...

Ama bırakıp gittiklerin, kaybettiklerin, uğrunda öldürdüklerin varken; bu dünya yaşanılası bir yer değildir...
Bu dünya uğrunda ölünesi bir yerdir artık!


Talan Ayşe Kanca

İstanbul Bilir





Kelebeklerin ömrü kadardı sana sevdam.
Sen bilmedin;
İstanbul bildi beni!.
İstanbul dört döndü kapımda,
aşkım da, aldanışım da...
Kolum kanadım kırıkken uçurdu.
yaşarken öldürdü,
ölüyken diriltti hatta.
Kalemimin mürekkebi tükendi sevgili,
sen bilmedin; İstanbul bildi beni!.
Çıktım mı zıvanadan, uslandırdı.
uslandıysam azdırdı,
suskularıma gömdü kederlerimi...
O bildi sevmek nedir,
buğuya yazılmışsa adın,
bildi, silinip gideceğini.
Sen bilmezsin yanmak nasıl bir şeydir,
İstanbul bilir yangınların sönmediğini.
Boğazdasın sevgili...
gün olur martılar didikler beni,
gün olur dalgalar döver kıyılarımı.
Öfkelerimi soyunurum bazen,
bazen giyinirim umutlarımı.
Dar ağacını kurarlar sonra,
ha astı, ha asacaklar...
Son dileğim ne midir?
İstanbul'a sor sevgili!.
O gelir ben gitmeye yakınken,
tutar kolumdan, çeker alır içeri.
Sen bilmezsin kederlerimi,
İstanbul bilir gözü açık gideceğimi.

Talan Ayşe Kanca

Gülkurusu Akşamlar




Çiğniyorum;
yüreğinin yarıklarından içeri süzülenleri.
“Kus beni” dedikçe;
damağımdasın.
Ölmeye yeminli misin?
Özürlü yanlarımı geçirdim hayat eleğinden.
sen en büyük özrüm çıktın.
Şafakla beraber doğuyorum,
kollarımı uzattığım sen, tut beni.
Öyle acemice olmasın.
yakama yapışıp bitir işimi.
Saliseler var, hatta dakikalar aklımda...
Haydi giy çarıklarını,
dizlerinde toprak,
avuçlarında su,
gözlerinde ateş…
Ağaçların ağladığını duyabiliyor musun?
Gülkurusu akşamlar var avuçlarımda.


Talân Ayşe Kanca

Dalgaları Sevmek




Özgürsün...

Sanma ki; seni almak için geldim. Dalgaların eşliğinde dinliyoruz hayatı. Bırak içindeki köhne fikirleri, bırak hesapları...

Hayatın sana gülümsediğini kaç kez gördün ki, şimdi kahkaha atsın istiyorsun.“Paçana sıçradı” diye aşk, şımarma sakın! Aşk ya paçandadır, ya diz kapağında, belki kulak memende... Kalbinde bulmak için, önce hesapsız durmayı öğrenmelisin. Gözlerin bana kucaklarmış gibi bakıyor, beni kucaklaman yetmez, hücrelerime bulaşmalı duruşun. Önce dalağıma, sonra mideme… Geceleri sevmiş olman, beni de bir yıldız sayman anlamına mı geliyor? Yıldızlar bir gün kayıp giderler unutma. Sonsuzluk kadar uzun gelirse sana bu kayboluş, hesabını sormak için bekleme beni. Ben bile nereye gideceğimden bihaberim.

Her içine çektiğinde sigaranı, duman gibiyim aklında. Bedeninde hapsettiğin fikirlerin, hep bu anı bekliyor. Uçup uçup konuyorlar dibime. Ben dibimde bu kadar karmaşa görmemiştim hiç. Senin karanlığında bile aydınlanıyorum. Kum taneleri konuyor saçlarıma, sakın onları kıskandığını söyleme, ben tuttuğun sigarayı çok görüyor muyum ki?

O kadar coşkuyla anlatıyorsun ki senden olmayanları, ne anlattığın değil de, nasıl anlattığına takıldım yine. Göz bebeklerin büyüdükçe, içine hap soluyorum. Bende bu mahkumiyetten muzdarip değilim, hatta “Müebbet hapis verseler” diye bekliyorum. O kadar uzun zaman yatsam ki yanında, sen beni senden saymaya başlasan.
Korkmadığını söylüyorsun, gözlerin aksini anlatıyor. Beklemeye tahammülüm yok artık.

Didik didik etmedikçe seni, rahat yüzü görmeyeceksin.

Dalgaları sevmek, seni sevmekle eşdeğer. Hırçınlaştıkça benden uzaklaşacaksan biraz dinlen. Sana anlattıklarımı duymak için durulduğunda, bir kum tanesi olduğumu göreceksin. Sessizce bekliyorken kıyıda, diğer kum taneleri beni kıskanacaklar.

Şimdiden sana doğru koşmaya başladıklarını görür gibiyim.

Yengeçler asılacak, deniz kabukları göz kırpacak olsa da, bildiğim tek şey; beni almaya geldiğin!


Talan Ayşe Kanca

Melandüs






En bildik yazıların bile bir sonu olur. Titreme Melandüs!. Bak gece aydınlığı bölüp geldi, sen hala karanlıktan korkuyor olamazsın. Sancılarımı dindirecek kadar gücün yoktu madem, ne diye dermanım olmak istedin. Kaç yüz yıldır uykudaydı usum, uyandırdın, yüklen sırtımdakilerin bir kısmını.

Acıyorum.

Yine ve yeniden, sadece kendime…

Büyümekten korkar oldum. Sense hala çocuk kalmaktan bahsediyorsun. Artık torbandakileri paylaş hayatla. Sen sen olduğunu kanıtla ki, ben daha fazla ardından göz yaşı dökmeyeyim.

Dinle Melandüs!. Bütün çanların bize işaret etiği andır bu. Kasvetle yalayıp geçtikçe hayat içimizi, acılarımız dinmez olur. Aç gözlerini. Topukların ardına değsin. Bacaklarındaki sızı öyle çok olsun ki, bir daha nasıl yürürüm de kendine.

İşte yaşam şimdi damarlarında. Sen boyunca hüzünlerinden ilk kez arınmışsın. Polenler biriktiriyorsun bir daha ki bahara. Kozalarından çıkıyor bütün ipek böcekleri, kelebeklerin dans edişi yansıyor gözlerine.

Toprağın senden daha akıllı olduğunu düşün. Düşün ki; o bilir hangi dakika hangi çiçeği yeşerteceğini. Aklını işletmeden insan olamazsın. Toprak kadar bile kıymet bulamazsın.

Aynaların sana yansıttıkları için kendinle gurur duyma. Farz et ki; onlar dünyanın bir numaralı yalancısı. Kaç yüreğin azabını hafiflettin şimdiye dek!. Öyle hayran hayran aksini seyretmekle olmuyor. Sanki dünya etrafında dönüp durduğun ışık huzmesi. Unutma; yaklaştıkça yanmak düşer payına. Seni çeken bütün şavkların dipsiz kuyulardan farkı yok. Ha girdaba kapılıp gitmişsin, ha kendi aksine hayranlık duymuşsun; ikisi de bir.

Kızgınsın öyle mi?

Bana söyleyemediklerin boğuyorsa seni, hazır olda bekliyorum. Gözümü sana dikmişken dünyayı susmuş farz et. Olsa olsa nefes alıp verdiğim bir andayız. Sessizlikten çıldırası geliyor insanı. Yinede her şeye katlanmak pahasına sendeyim.


Anlat bana…

Öncesi ve sonrası arasında yaşadıkların sıkıştırılmış bellek kıvamında. Seni ortalarda bir yerde tutmam ağrına gidiyor. Üç aşağı beş yukarı ne düşündüğümü biliyorsun. Sanıyorum seni en çok sıkanda bu.

Değme sanatçılara taş çıkardığım kanaati sana yerleştiğinden beri, inandırıcılığım sıfır. Öyleyse, yalanlarıma ortak olmak zorunda değilsin.

Ufuk çizgisine bak. Yelkenlerini şişirmiş düşlerin. Fırtınaların dindiği nadir anlarda, artık limanda demirlemeni gerektiren hiçbir koşul yok. Vicdan denen illet yakama asılmışken kendime duyduğum aşkı umursayamam. Umursadığım vakitler, seninde var oluşumuza katkıda bulunduğun anlardı, artık gönüllü değilsin.


Şaşkın Melandüs!. Hiddetle konuşmuyorum. Zarafetine ayak uydurmak kolay olmuyor. An be an senden uzaklaşıyorum. Sanıyor musun bu beni mutlu ediyor? Zehirli sarmaşıklar gibi dolandıkça boynuna, seni sevmek denen eylemin hiçbir şansı yok. Pankartlar açılmış çoktan. Sen ön saflardasın. Ardında senin gibi yüzlercesi, nereye, ya da ne için yürüdüğünüzden haberin yok. Önünüze çıkan her şeyin size engel olabileceği dürtüsü kalmış ya akıllarınızda, önüne çıkan ben olduğum halde, yürüyüp geçiyorsun üzerimden.

Bütün ezginliğimle ardından bakakalıyorum. Şaşkın ördek yavruları gibi savruluyor bedenimde biriktirdiklerim. Ağrılar içindeki benliğim bile acısını dışarı vuramıyor. Öylece kalakalmışız yolun ortasında. Sen ve ben olmuşken, “Biz” olamamak ağrıma gidiyor. Bütün yüklerimle karşısına çıktım yüreğinin.

Duyması için elimden ne geliyorsa yaptım usuma. Nefret etmekten duyduğum ezikliğe bile aldırmadım. Nefret etmek istiyordum, salt biraz daha seninle olabilmek için…

İğne deliğinden geçebilir misin? İşte o kadar küçük dışarı çıkabileceğin yer.

Talan Ayşe Kanca